Denizli 1 Şubesi
1308 | | | 01-02-2014
Türkiye'de Eğitim ve Vesayet
Şükrü KOLUKISA

İflah olmaz bir çağda, onanması mümkün olmayan hastalıkların şifa gibi sunulduğu, ticarette dürüstlükten çok reklâmın, siyasette programdan çok propagandanın, sanatta özgün üretimden çok sipariş usulü sentetik ürünlerin, ahlakta tutarlılıktan çok oportunitenin hâkim olduğu bir hayatı soluyorsak bunun ilk sorgusu elbette eğitim sisteminde yapılmalı.

Türkiye’deki sosyal döngülerin izini kaybetmeden sürebilmenin en önemli koşullarından birisi de, ülkenin başından sık sık geçen darbe serüvenlerini takip etmektir. Ülkeyi dış güçlere karşı savunsun, dış tehditler için caydırıcı bir güç olsun diye kurulan -devletin memurlarından ibaret- ordular, kendilerini muhteris arzularının potasında eriyik bir maden gibi bulunca milletin üstüne akar, tarihi olduğu yerde dondururlar. Kendi ülkesini işgal etme bahtsızlığını gösteren bu ordular, bu mütecaviz davranışlarını masum ve meşru kılmak için; içerden edinilmiş bir düşmana, adımlarını kavi kılsın diye koltuk değneklerine, sesi seda bulsun diye borazanlara ve yıkılmamak için payandalara ihtiyaç duyarlar. Bu oyunu tekrar tekrar oynayan ve her seferinde rol dağılımını bihakkın yaptığı için başarılı olan, son sürümünü de medya yaygarasıyla postmodern icra ettikten sonra, yirmi birinci yüzyılda rekorla finale koşmak isterken; dünyada değişen paradigmalardan bihaber oluşu, dışardan destek sağlayan müstevlilerin artık onları kullanmak istemeyişi, içerde üretilen sözde düşmanların artık temcit pilavı tadı vermesi, siyasi olarak dirençli bir iradeye toslaması nedeniyle son girişim başarısız oldu. Ülkeye her seferinde geri dönüşsüz bedeller ödeten bu acı tecrübelerin en büyük kurbanı maalesef eğitim sistemi olmuştur.

Hiçbir mihenge gerek duymadan, sosyo-politik değerlendirmelere bile girmeden Milli Eğitim Bakanlığı’nın sayısal istatistiklerine kabaca göz attığımızda istikrardan niye bu kadar uzak olduğumuzu zaten görebiliriz. Doksan yılda altmış üç bakan görev almıştır. Ortalama bir buçuk yıldan daha az görevde kalan bu bakanların görevlerinin kısa sürmesinin, sistemi bile anlayamadan koltuğu terk etmesinin nedeni; yaşanan darbeler, kısır ideolojik çekişmeler, siyasi kaygılarla dolu popülist uygulamalardır.

Bu tecrübelerin gölgesinde, köklerinden gelen güçle göğe doğru başını uzatarak bilimin ve gelişmelerin ışığında bir türlü boy atma fırsatını bulamayan eğitim sistemi, her ordu müdahalesinden sonra devleti kurmanın inkâr edilmez hakkı olarak milleti kurgulama sevdasının kestirme aracı olarak görülmüştür. Hal böyle olunca da eğitim, özgür birey yetiştirmekten ziyade itaat kültürü üzerinden ezberci ve kutsamacı ‘iyi vatandaşlar!’ yetiştirmek, bireyleri kendi özgür düşüncelerinin akağına bırakmak yerine, belirlenmiş müfredatlar içerisinde istiflemek, okullar bireylerin gelişimini sağlayan kurumlar olmak yerine bireyin dönüşümünü ve kontrol edilmesini sağlayan kurumlar olarak yapılandırılmak istenmiştir. Cumhuriyet dönemi boyunca eğitimin ve eğitim kurumlarının bireye, devlete karşı vazifelerini öğretmek ve Türk milliyetçiliğini aşılamak gibi temel bir işleve sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Bu dönemde resmi ideolojinin sivil hayattaki temsil görevi “rol model” olarak belirlenen öğretmene verilmiştir. Bu sebepten dolayı cumhuriyet tarihi boyunca öğretmenlerin mesleki örgütlenmeleri bizzat teşvik edilmiş, öğretmenler resmi ideolojinin temsilcisi haline getirilmek istenmiştir.

Toplumu yönlendirme kapasitesi en fazla olan bu bilinçli kesimin örgütlü gücünden faydalanmak isteyen ve bunu teşvik eden M. Kemal Atatürk’ün 1920’de Ankara Lisesi öğretmenlerinin kurduğu Muallim ve Muallimeler Cemiyeti’ne verdiği destek bu bağlamda ele alınmalıdır. Atatürk’ün talimatıyla Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur tarafından bütün milli eğitim müdürlüklerine yazılan yazı ile il ve ilçelerde derneğin kurulup şubelerinin açılması istenmiştir. Daha sonraki süreçte İstanbul’da bulunan Muallimler Cemiyeti ile yine bir başka örgütlü yapı olan Mekatib-i İbtidaiye Muallimler Cemiyeti ile birleştirilen Ankara’daki Muallim ve Muallimeler Cemiyeti, adını değiştirmiş ve (1923-1946) Türkiye Muallimler ve Muallimeler Dernekleri Birliği adını almıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra ise, 1925’te Türkiye Muallimler Birliği’ne dönüşmüştür. Öğretmen örgütlenmeleri bizzat organize edilerek, öğretmenler sistemin içine dâhil edilmiş yeniden inşa edilmesi düşünülen ulusu resmi doktrine angaje etme görevi de öğretmenlere tevdi edilmiştir. Burada altı çizilmesi gereken önemli konu, öğretmen örgütlenmelerini bir taraftan kontrol ederek, resmi güzergâhtan çıkmalarına engel olmak, diğer taraftan da bu örgütlenmeler vasıtasıyla ulusal öğretmen modeli oluşturmak, bunlara kutsal bir görev biçmek, inkılap kanunlarının yerleşmesinde halka empozede bulunmalarını sağlamak, bu kültürleme sayesinde de insan dönüşümü gerçekleştirmek amaçlanmıştır. Bu hesaplar yapılırken maalesef Türk insanının antropolojik yapısına, kültürel mirasına, manevi köklerine, halkın geleneklerine hiç ehemmiyet verilmemiştir. Nitekim köy enstitülerinde neşvünema bulan bu model halkın arasına girdiğinde, halkı her alanda eğiten kişiler olarak lanse edilmiştir. Sosyolojik bir kodlama yapacak olursak, halka karşı devletin resmi mümessili olan öğretmenlerle, halkı temsil ettiği varsayılan imamlar arasında özellikle taşra ve köylerde sosyal bir çatışma durumu oluşturulmuştur. Resmi ideolojiyi halka aşılayan öğretmenlerin sosyal anlamda başarılı olabilmeleri için eski Türk filmlerine bile yansıyan karelerde; öğretmenler aydın ve halktan yana, imamlar ise cahil, bağnaz, çıkarcı olarak resmedilmiştir.

Tek parti dönemi, eğitimi ve eğitimcileri her zaman bir araç olarak görmüştür. Yıllardır asker devlet geleneğine bağlı bir eğitim anlayışının yer ettiği bir ülkede kuşkusuz farklılıklara saygı, özgürlük, eleştirel bakış, değişim, yenilik ve yeni değer kalıpları her zaman bir tehdit olarak algılanmış ve merkezi otorite ve/veya egemen ideoloji tarafından sürekli dışlanmıştır. Daha çok devleti koruyan bir anlayışta itaatkâr vatandaş yetiştirme yolu benimsenmiştir. Tek parti dönemi zihniyetinin doğurduğu bu egemen zihniyet, gerek okulları gerekse eğitimcileri yeni bir ulus yaratma aracı olarak görmüştür Bu bakımdan resmi ideolojinin toplumun tüm kesimlerine ayrımsız dayatılması ve tek bir renkten, inançtan, dilden ve ırktan müteşekkil bir toplumun yaratılması için resmi ideolojinin kurguladığı ve onlara statükonun bekçiliği gibi kutsal bir vazifeyi yüklediği bir öğretmen tipolojisi gerekiyordu. Yani resmi ideolojinin okul ve öğretmenler aracılığıyla toplumun tüm kesimlerine eksiksiz verilebilmesi için eğitim ve eğitimcilere kutsallık atfedilmeleri gerekiyordu. Böylesi bir zihniyette doğal olarak her şeyin okulla halledilebileceğine dair yaygın bir kanaat üretilmiştir. Bu kanaatin belirli kesimler tarafından bugün bile geçerliliğini koruduğunu ifade edebiliriz. Bu bakımdan Türkiye’de “eğitim ordusunun” ülke için askeri; ordudan daha önemli olduğu, yarınlarımızın çağdaş, ilerici, öğretmenlere emanet edildiği/edileceği, bilimin, aklın ve aydınlığın öncüsü öğretmenler olduğu gibi ifadeler yıllardır dillendirilmiştir. Genetiği bozulmuş bir eğitim sistemi peydah edildiği için bu ifadeler kof bir temenni olmaktan öteye geçememiştir.

Özgürlükçü, değişimden ve yeniliklerden yana olması gereken eğitimciler yıllardır dar bir çerçevede tutulduğundan, bugün ne yazık ki büyük bir kesimi hala farklı inançların, mezheplerin, ırkların, dinlerin, dillerin ve görüşlerin yaşadığı çok kültürlü bir ülkede, dünyaya dar bir milliyetçilik penceresinden bakmak durumunda bırakılmışlardır. Çünkü mevcut eğitim sisteminin tezgâhından geçen eğitimciler; evrensel değerlere açık, insan hak ve özgürlüklerine sahip çıkan, ülkesinin itibarını ve kalitesini her alanda yükseltmeyi çabalayan insanlar olmak yerine resmi ideolojinin kendilerine biçtiği alana sıkışıp kalmıştır. Boyunlarına asılan bu zinciri yadırgayıp kırmak yerine, madalyon sanıp avunmuşlardır.

1950’ye kadar devam eden tek parti diktatörlüğü, 27 Mayıs darbesi, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi dönemler, müdahalenin kadük hale getirdiği yapay bir hayatı miras olarak bırakmışlardır. Türkiye, bu yapay dönemlerle hiçbir şekilde hesaplaşamamış, bilakis bu dönemlerin anlayışlarını, ilkelerini ve uygulamalarını günümüzde normal uygulama ve kurumlar olarak sürdürmeye devam etmiştir. Eski kafaya yeni şapka mesabesinde yapılan her değişiklik, sistemin daha karmaşıklaşmasına, sürekli mağdurlar yaratmasına ve üst üste yapılmış bu makyajlar neticesinde katlanılmaz derecede ağırlaşmasına neden olmuştur.

60 darbesinde, “üniversiteler sadece devlet eliyle kurulabilir” denilmesi, eğitimin mutlak kontrol altında tutma isteğinin bir türlü ifşasıdır. Özel teşebbüse kendi payandası olmadığı sürece hiçbir zaman güvenmeyen bu anlayış zamanla atılan dikişin tutmadığını görmüş, üniversiteleri kontrol edebilmek için YÖK’ü kurarak kontrol mekanizmasını elden bırakmamıştır. O dönemde anarşinin kaynağı olarak görülen üniversiteleri hiyerarşik bir düzene bağlamak için YÖK Kanunu parlamentodan geçmeden, 1982 Anayasası’yla güvenceye alınmış ve uygulamaya konulmuştur. Ancak bu zorlama kanun, yıllar boyunca her doğum gününde protestolarla anılmaktan kurtulamamıştır. Öğretim üyeleri ve öğrenciler her yıl YÖKe karşı söylem ve eylemde bulunarak kurumun art niyetli işlevini eleştirmiştir. Bu varlığı tartışmalı kurum, her siyasi seçimler öncesi partiler tarafından bertaraf edileceğine dair sözler verilmiş fakat her ne hikmetse varlığına bir türlü son verilememiştir. YÖK, sürekli üniversitelere yukardan bakmış, devlet fikrinden başka hiçbir fikrin görülmeyeceğini her fırsatta dikte etmiştir. Öğretim elemanları ve öğrenciler yönetim süreçlerinden yalıtılarak geniş yetkiler verilen rektörler aracılığı ile bu düzen bugüne kadar korunmuştur. Bunun neticesinde üniversiteler bilim üreten yerler olmaktan çok, ideolojik meydan savaşlarının yaşandığı yerler olmuştur. Kadrolar liyakate göre değil, hâkim olan ideolojinin “bizim çocuklar” anlayışına göre dağıtılmıştır. Basına yansıyan haberlere göre YÖK, 28 Şubat sürecinde asıl kuruluş amacının zirvesine çıkmış; bünyesinde kurulan ve Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı olarak çalışan özel bir büroda BÇG’nin akademisyenlerin atamasını yaptığına dair belgeler bulunmuştur.

O dönemde ilahiyat fakültelerinde yetişen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenleri fen-edebiyat fakültesine benzetilerek kendi müfredatlarında olmasına rağmen formasyon şartı koşulmuş, eğitim fakültelerinin bünyesine Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği bölümü ihdas edilerek dolayısıyla ilahiyat fakülteleri işlevsiz hale getirilmek istenmiştir. İlahiyat fakültelerine verilen kontenjanlar kırpılarak ülkede yüksek din eğitimi alan insan sayısı budanarak seyreltme yapılmış, bu da yetmez düşüncesiyle imam hatip liselerinden mezun olmuş öğrenciler kontenjanı kısıtlanmış, bu ilahiyat fakültelerine adeta mecbur bırakılarak katsayı aldatmacasıyla başka fakültelere girmeleri engellenmiştir. Hukuk, siyaset, sosyoloji, felsefe, tıp okuma hakkı elinden alınarak; bedenen dokunmuyoruz ancak psikolojik olarak felçli, sosyal olarak da ölmenizi istiyoruz denmiştir. İmam hatipler için hayata geçirilen bu operasyon maalesef diğer meslek liselerini de vurmuş, okullar birkaç yıl içerisinde büyük bir oranda öğrenci profili değiştirmiş, imaj sorunu yaşamaya başlamış, bu okullarda akademik başarı sürekli gerilemiştir. Gelişmiş ülkelerde bu okullardaki öğrenci sayısı yüzde 70 civarında iken, bu uygulamalar yüzünden bizde yüzde 30’larda kalmıştır. Nihayet alınan bu büyük darbenin ne anlama geldiği ise ancak bugünlerde anlaşılabilmiştir. Özellikle sanayide ve hizmet sektörlerinde kalifiye eleman açığı giderek artmıştır. Saplantı haline dönüşmüş bu ideolojik manevralar bir sürü vatan evladının hayatını yörüngesinden kaydırmış,  hem özgürlüğünü hem de ekmeğini elinden almış; ülkenin sosyal yapısına da, ekonomisine de büyük zararlar vermiştir.

İmam hatip liselerinin orta kısmının kapatılması amacıyla yapılan 8 yıllık eğitim dayatması, yaşları dolayısıyla ihtiyaçları ve gelişim seyirleri birbirinden farklı olan çocukları; kantin, tuvalet, bahçe gibi ortak alanları birlikte kullanmaya zorlayarak, bunun pedagojik boyutları hiç düşünülmemiştir.

Toplumu resmi ideolojinin gölgesinde inşa etmek uğruna askerlere okulda yer açılmış, onlara misyon edindirmek için milli güvenlik dersleri icat edilmiştir. Öğretmenlik formasyonu olmayan bu zatlar, askeri okullarda aldığı askeri eğitimden mülhem kendilerini her alanda müstağni gördükleri için her şeyi yapabileceklerini sanmış, bu subaylar genç dimağlara sürekli iç ve dış tehditlerden, eğitim ordusunun neferleri olduklarından, her Türk’ün asker doğduğundan bahsederek kendilerince öğrencileri milli vazifelerle donatmıştır. Bu bakış açısıyla şekillenen eğitim; keşfetme faaliyetinden çok, empoze etme faaliyetine dönmüştür. İnsanı dikkate almayan ancak onu tasarlamaya yeltenen bu ideoloji, ülkenin güvenliği için her dem elzem bulunmuştur.

Bu anlayışın tevatürü olarak okullar; otoriteryen, kışlalar gibi etrafı çevrili, sevimsiz binalardan müteşekkil; emir ve komuta zinciriyle işleyen, yasa ve yasaklar sarmalında bireyin otokontrolü hiçe sayılarak, tek tip kıyafet içerisinde, askeri dizilişle uygun adımlarla ve marşlar eşliğinde yürütülerek vatan sevgisinin aşılanmaya çalışıldığı kurumlar haline dönmüştür.

Bütün bunları özetleyecek olursak; eğitim alanındaki en büyük sapkınlık, eğitim süreçleri planlanırken pedagojik yaklaşımlardan ziyade ideolojik yaklaşımlar sergilemektir. İdeolojik temelli eğitim; ideolojinin doğal taşıyıcılığını yapan, sivil fahri temsilciler yaratarak; tek tip insan üretmek ve bunları sürekli kopyalamaya çalışmaktır. Pedagojik eğitimde ise toplumun geçmişten tevarüs ettiği, kültürel kökleriyle ve manevi iklimiyle uyumlu, organik bir eğitimi benimseyerek, müdahaleci olmaktan ziyade yönlendirmeci, birbirleriyle iletişim kuran, her türlü ayrımcılıktan uzak, doğuştan getirdiği yetenekleri çevresiyle bütünleştirerek, insani öz üzerinde inşa edilmiş; çağın ihtiyaç duyduğu refleksleri gösterebilen bireyler yetiştirmektir.

Türk eğitim sisteminin tüm serencamı, darbe yaparak millet kurgulamaya çalışan muhterislerle, halkın her defasında ders niteliğinde oy patlamasıyla iktidara taşıdığı sivil iktidarların hesaplaşmasından ibaret olmuştur. Bu alandaki mücadelelerin bedeli de neresinden tutarsak elimizde kalan yamalı bohça gibi bir sistem, makyaj mesabesinde yapılmış rötuşlardan şekli kaymış, düzen tutmaz bir yapı, her ideolojinin kendine yonttuğu müphem bir müfredat, gelecek olarak vasıflandırılan fakat hiç kimseye umut vermeyen bir gençlik olmuştur. Bugün sivil iktidarların darbeci şahıslarla adli hesaplaşması yeterli değildir, asıl olan sistemler olduğu için, bu derin darbe izlerini silebilmek için eğitim alanında yüzleşmek kaçınılmaz olmuştur.

Bu bağlamda eğitimin yapısal sorunlarına dönük son yıllarda birtakım reformlar yapılmaya çalışılmıştır. Başta 4+4+4 Eğitim Reformu, MEB Teşkilat Kanunu’nda yapılan değişiklikler, Milli Güvenlik Bilgisi derslerinin kaldırılması, resmigeçit törenlerinde yapılan düzenlemeler, seçmeli Kürtçe ve Kur’an dersleri, Aleviliğin müfredata girmesi ve son olarak da öğrencilere tanınan kıyafet serbestliği gibi birtakım yenilikler olmasına rağmen hala militarizmin izleri tam olarak silinebilmiş değildir. Her gün hazırol komutuyla hizaya çekilen, rahat emriyle içeri alınan, suni bir ant ile vatana ve millete bağlılığı sağlanan, kontrolü nöbetçi öğretmen ve öğrenciyle elde tutulan, eğitsel kol adı altında hiçbir eğitselliği olmayan mecburi angaryalardan medet umulan, her adımın ve her harfin büyük mesuliyeti olduğu için herkesin evrak üzerinde tam, içerikte ‘bana bir şey olmasın da, gerisi ne gam!’ mantığıyla hareket ettiği bir yerde; hiçbir amaca varılamayacağını artık herkes görmeli, ideolojik tartışmalara girmeden, eğitim topyekûn yeniden planlanmalıdır. Türkiye, darbe günlüklerini andıran otoriter, tek tip ve ideolojik eğitimden artık kurtulmak durumundadır.

Eğitim birliğini öngören Tevhid-i Tedrisat Kanunu da bugün eğitim özgürlüğü açısından bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Teknolojinin hızla geliştiği bir dünyada bugün çok farklı meslek dalları oluşmuştur. Dolayısıyla bugün itibarıyla yürürlükte tutulan Tevhid-i Tedrisat Kanunu bu hızı yakalamakta yetersiz kalmaktadır. Bu bakımdan toplumun ihtiyaç hissettiği meslek erbabını, bilim adamını, sanatçıyı, sporcuyu kendi bildiği yoldan kendi açacakları okullarda yetiştirmesinin önü mutlaka açılmalıdır. Bu saikle doğru orantılı olarak bu yasa artık kaldırılmalıdır.

Hâlihazırda yeni anayasa çalışmaları da devam ederken, bu bir fırsat olarak görülmeli, ideolojik kamplaşmalara düşmeden; sağduyulu, vicdanlı ve pedagojik ilkelere bağlı, özgürlükçü, esnek, alternatifli bir eğitim sistemi yeni anayasada mutlaka yerini almalıdır. Bu süreçte eğitimciler, eğitimin temel sorunlarına dönük eleştirel bir bakış açısı geliştirmeli, eğitimin özgürleştirilmesine dönük farklı öneriler ve modellerle bu konuda sorumluluk almalıdır. 

Tüm Yazılar
1 Soru çözen öğrenciden sorun çözen insana
2 Hızlı ve organize kötülük, müzmin ve örgütlü iyilik
3 Tarihe hamasetle değil verasetle talip olmak
4 Sendikacılığımızın İki Kapısı var: İnsanımızın refahı İnsanlığın felahı
5 Türkiye'de Eğitim ve Vesayet
6 Sol Sendikaların Özgürlükle İmtihanı
7 Eğitim Savaş Konusu Olursa, Harcanan Cephane İnsan Olur.
8 Fantastik Proje Fatih, Neyi Fethedecek?
9 Sendikaların Toplu Sözleşme Antagonizması